İslam Sosyolojisi Üzerine


İslam Sosyolojisi Üzerine

  • "İslam Sosyolojisi Üzerine" kitabı Ali Şeriati (A. Ş.) isimli yazara ait.
  • "Maneviyatımı ilk biçimlendiren babamdır. Bana düşünme ve insan olma sanatını ilk öğreten odur. Annem beni sütten keser kesmez, babam bana hürriyet, asalet, safvet, sebat, iffet ve iman duyguları vermeye başladı.
    Beni dostlarıyla, yani kitaplarıyla o tanıştırdı. Kitaplar, okula başladığım ilk günlerden itibaren en sadık arkadaşlarım oldu. Onun bütün hayatı ve ailesi demek olan kütüphanesinde büyüdüm. Büyüdükten sonra ancak yoğun çaba harcayarak öğrenebileceğim şeyleri o bana çocukluğumda kolayca, kendiliğinden armağan etti. Babamın kütüphanesi şimdi -benim için paha biçilmez hatıralarla dolu bir dünyadır. Bütün kitaplarını -hatta ciltlerini bile . hatıriayabiliyorum.
    Benim için, mutluluk dolu, güzel olan bu şirin odayı çok seviyorum." (A. Ş.)
  • Ali Şeriati'nin düşüncesini etkileyen bir kişi:
    Frantz Fanon: çok erken yaşta kan kanserinden ölen Fanonun hastalığını öğrendikten sonra yazdığı bir eserin Almanca tanıtımı: Bu dünyanın Lanetlileri -Die Verdammten dieser Erde....
  • Ali Şeriati'nin görüşüne göre doğru düşünce olmadan doğru bilgi; doğru bilgi olmadan da inanç olmaz. Bu üçü, uyanık bir şuur veya teori ve pratikte mükemmele ulaşmak isteyen bir hareket için mutlaka gereklidir. Bilmeden inandığımız yüzeysel inançlar, -çok geçmeden fanatizme ve batıl inançlara dönüşür, toplumsal yapıyı olumsuz yönde etkiler.
  • "Muvahhid dünya-görüşü, varoluşu nasıl vahdetle açıklarsa, insan toplumunu da ayni şekilde açıklayıp yorumlar. Evrensel varlık düzleminde tevhid çeşitli ve çelişkili güçlere, putperestlerin çeşitli putlarına, insanların kaderini ve tabiat olaylarını etkilediği sanılan tabiat-üstü uyduruk varlıklara nasıl karşıysa; insan toplumlannda da, insanların sırtına binen, onların gücünü zorla gasbeden, sınıflar arasına karmaşık toplum düzenleri ve toplumsal ilişkiler yerleştiren dünyevi putlara: yani kısaca insani düzlemdeki şirk'e de karşıdır." (A. Ş.)
  • İdeal toplum: "İdeal İslam toplumuna ümmet denir. Değişik dil ve kültürlerde insan topluluklarını gösteren «toplum», "ulus", "ırk", "halk", "kabile", "klan",. vs., gibi kelimelerin yerini alan ümmet, iİerici bir ruhla doludur ve dinamik, inançlı, ideolojik bir toplumsal görünüş arzeder.  Ümmet kelimesi ümm kökünden gelir ve yol, niyet gibi anlamlan varpır. Bu yüzden Ümmet ortak bir inancı, ortak bir amacı paylaşan insanların ortak amaçlarına doğru birlikte yürümek niyetiyle, ahenkli bir biçimde bir araya geldikleri toplum demektir.  Diğer kavramlar, kan, taprak birliğini ve ortak maddi çıkarları toplumun temel ölçütü olarak aldıkları halde İslam, ümmet kelimesini seçerek, fikri sorumluluğu ve ortak bir hedefe doğru yürümeyi toplumsal felsefesinin temeli yapmıştır." (A. Ş)
  • İdeal İnsan: "İdeal insan, Allah'ın üflediği ruhun; İblisle. balçık ve toprak tarafına galip geldiği teomorfik insandır. Şüphe ve tereddüt'ten, «iki sonsuz,, arasındaki çelişkiden kurtulmuştur. Allah'ın ahlakıyla ahlaklanmak . .. - Biricik ölçümüz ve eğitim felsefemiz budur. Bu bütün sabit ve geleneksel ölçüleri bir kenara itip, Allah'ın ahlakıyla ahlaklanmak; Mutlak hedefe ve Mutlak kemale doğru ilerlemek demektir 
  • "Son yıllarda, aydınların çoğu, konuşmanın hiçbir faydası olmadığına, acılarımızı dile getirmenin hiçbir şeyi halletmeyeceğine inanmaya başladılar. Şimdiye kadar hiçbir iş yapmadan, hiçbir eyleme girişmeden sürekli konuştuk, acılarımızı, dertlerimizi tartıştık. Bu yüzden, artık konuşmayı bırakmalıyız. Herkes, ailesini, çevresini, yaşadığı kenti düzeltmekle işe koyulmalıdır.... Şimdiye kadar yaptığımız bütün iş, yakınmaktan, inleyip sızlamaktan başka birşey değildi. Bunların hiçbir işe yara­mayacağı zaten belliydi... Artık bunu bir kenara bırakmamız gerektiğine inanıyorum. Bunun yerine, dertlerimizi konuşalım; ama dertlenmeden, bilimsel açıdan konuşalım. İnandığımız düşünce, işimizin, eylemimizin, düşüncemizin temeli olsun... İşte bu yüzden, bugün için en onemli, en acil ve en büyük görevimizin konuşmak; dertlenmeden, yanıp-yakılmadan, kesin ve bilimsel bir dille dosdoğru konuşmak olduğunu da araştırmış olacağız. Çünkü, ülkemizde omun, İslam dünyasının bir başka köşesinde olsun, birşeyler yapmak ümidiyle işe koyulanlar, ya hiçbir sonuç alamadılar, yahut da pek az birşey başarabildiler. Bunun sebebi de, işe koyulduklarında ne yapılması gerektiğini bilmemeleriydi. Hiç şüphesiz, istediğimiz şeyin ne olduğunu bilmeden işe koyulursak ne yapacağımızı da şaşırırız. O halde, ilk görevimiz, dinimizi öğrenmektir. Evet, bu büyük dine bağlanışımızın üstünden yüzlerce yıl geçmiş olmasına rağmen, ne yazık ki hala ilk yapmamız gereken şey, dinimizi öğrenmek için kollan sıvamaktır." (A. Ş.)
  • "Çağımız aydınlarının görevi, İslam'ın insana, bireye ve topluma hayat veren, gelecekte de insana rehberlik edecek bir düşünce olduğunu benimseyip bilmektir. 
    Günümüz aydını bu görevi bireysel ve kişisel bir borç kabul edip, çalışma alanı ne olursa olsun, İslam dinine ve onıın önde gelen şahsiyetlerine (kendi çalışmalan açısından) yepyeni bir gözle bakmak zorundadır. İslam'ın öylesine değişik boyutları ve yönler vardır ki, herkes kendi çalışma alanı içinde ona yepyeni bir bakış açısı olabilir." (A. Ş.)
  • Hicret nedir?: "Müslümanlar için ise, müslümanların ve Peygamber'in hayatında olmuş bir olaydır. Ne var ki, Kuran'm hicreti  anlatırken kullandığı ifadeden, hicretin felsefi ve sosyal açıdan çok derin bir kavram olduğunu sezinledim. Daha sonra, dikkatimi tarihe yöneltince, hicret'in hiç de tarihin ve tarihçilerin göstermek istediği gibi basit bir olayı değil, tam tersine son derecede muhteşem bir ilke olduğunu; buna rağmen şimdiye kadar, kimsenin bu konuya değinmediğini gördüm. Bütün tarih boyunca hicret, medeniyetlerin doğuşunda başlıca etken olduğu halde, tarih felsefesiyle uğraşanlar bile bu konuya gereken önemi vermemişlerdir. Tarihte bildiğimiz yirmi yedi medeniyetin hepsi, bir hicretten sonra ortaya çıkmışlardır. Bunun bir tek istisnası bile yoktur. Bir başka deyişle, ilkel bir topluluğun, yaşadığı, yurdu bırakıp bir başka yere göçmeden mederrileşebildiğini gösteren bir örnek yoktur. Tarih ve sosyoloji açısından büyük önem taşıyan bu konuyu, İslam'dan ve Kuran'ın hicretten sözeden, geçici ve yaygın hicret emreden ayetlerinin üslübundan çıkardım." (A.Ş.)
  • "İslam, tarih ve toplumun temel ve şuurlu belirleyicisinin, Nietzsche'nin düşündüğü gibi seçkinler, Eflatun'un ileri sürdüğü gibi Aristokrasi, Carlyle ve Emerson'un inandığı gibi büyük insanlar, rahipler ve aydınlar değil, kitleler olduğunu savunan ilk toplumsal düşünce akımını başlatmıştır. İslam öğretisinin gerçek değerini, ancak onu diğer düşünce akımlarıyla karşılaştırarak tam anlamıyla kavrayabiliriz. Çeşitli düşünce akımları öncelikle kimlere sesleniyorlar? Bazıları eğitim görmüş aydın sınıflara, bazıları da toplumdaki belirli bir seçkinler kümesine seslenmektedir. Bazıları dikkatlerini bir üstün ırka, bazıları, üst-insanlara, bazıları da proleterya veya burjuvazi gibi toplumsal bir sınıfa yöneltmektedir. İslam, bu ayrıcalıkların ve üstünlüklerin hiçbirini tanımaz. Toplumsal değişme ve gelişmenin temel belirleyicisi - ırka veya sınıfa dayanan hiçbir üstünlük veya ayırıcı Ilitelik sözkonusu olmaksızın - halktır. Kuran'da doğrudan doğruya insanlara seslenildiğine; bu insanlar, toplumsal gelişme ve değişmenin ekseni ve temel belirleyicisi olduğuna; herbiri Tanrı önünde tek tek sorumlu tutulduğuna göre kişilerin, tarihin ve geleneğin de toplumun geleceğini bir ölçü'de etkileyebileceği kabul ediliyor demektir. Öyleyse lslam'a göre, toplumsal değişme ve gelişmeyi belirleyen dört temel etken sözkonusudur: Kişiler, gelenek, rastlantı ve en-nas "halk" tır." (A. Ş.)
  • "İslam'da, hem kendi yaptıklarından sorumlu olan insan topluluklan <en-nas> , hem de tek tek kendilerinden hesap sorulacak bireyler sözkonusudur. Kuran'ın, «Onlar için kendi kazandıkları, senin için de kendi kazandıkların vardır.• (el-Bakara/ 134) ve " Bir topluluk (kavim) kendi halini değiştirmedikçe Allah onların halini değiştirmez• (er-Ra'd/ 11) diyen ayetleri, toplumsal sorumluluğu vurgulamaktadır. Buna karşılık, «Her can, kendi kazandığından hesaba çekilir" (el-Müdessir/38) ayeti de bireyin sorumluluğunu ortaya koymaktadır. Bu yüzden, gerek toplum, gerekse birey, Yaratıcı'nın önünde yaptıklannm hesabını verecektir ve herbiri, kendi geleceğini kendi elereriyle kurmaktadır." (A. Ş.)
  • "İslam, bilimsel bir sosyoloji düşüncesi getirerek toplumsal değişme ve gelişmenin rastlantılar üzerinde temellendirilemeyeceğine, yaşayan bir organizma olarak toplumun bilimsel yöntemlerle açıkça ortaya konabilecek nitelikte kaçınılmaz bazı kuralları olduğuna inanır. Dahası, insan hür ve irade sahibi olduğu için, toplum kurallarının işleyişine müdahale ederek; onları öğrenip yönlendirerek gerek birey, gerekse. toplum için daha iyi bir gelecek tasarlayıp bunun temellerini atabilir." (A.Ş)
  • "Peygamberlerin, peygamber olmayan önderlerden çok daha başrılı oldukları tarihi bir gerçektir. Sözkonusu önderlerin kitaplarında pek çok güzel öneri ve ilkeye raslayabiliriz. Ama bunlar, hiçbir zaman toplumu değiştirmeyi ve bir medeniyet yaratmayı başaramamışlardır.
    Buna karşılık peygamberler yeni toplumlar, medeniyetler kurmuşlar. yepyeni bir tarih ortaya koymuşlardır. Peygamberler, - faşistlerin ve kahramanlara tapanların ileri sürebileceği gibi - ilahi kanunlara aykırı yeni kurallar yerleştirmeye kalkmamışlardır.
    Tam tersine, peygamberliğin verdiği güçle, ve olağanüstü ye,tenekleriyle toplumdaki ve tabiattaki ilahi sünnet görmüşler ve iradelerini bu sünnete uygun bir biçimde kullanarak görevlerini yerine getirmiş, hedeflerine ulaşmışlardır."
  • "İslam'da peygamberin kişiliği, müstakbel bir medeniyet kurulması, tarihin akışının değiştirilm,esi, değişme, gelişme ve ilerleme sağlanması üzerind;e köklü ve yapıcı bir etki gerçekleştirmiştir. Bunun nedeni de, onun belirli bir coğrafi bölgede (Arap 'yarımadasında) ortaya çıkmasıdır. Medeniyet bakımından Arap yarımadasının durumu, coğrafi durumuna çok benziyordu.  
    Arap yarımadası, üç tarafı suyla çevrili olduğu halde, suya hasret çeken bir ülkeydi. Büyük medeniyetlere komşuydu: Kuzeyde Yunan ve Bizans medeniyetleri, doğuda İran medeniyeti, güneydoğuda Hint medeniyeti, kuzetbatıda ise Aram-İbrani medeniyeti. Aryan ve Semitik medeniyetlerde olduğu gibi, Musa, İsa ve Zerdüşt dinlerine de komşuydu. İslam peygamberi tebliğine başladığı sıralarda, mevcut bütün medeniyetler Arap yarımadasının çevresinde toplanmışlardı.
    Fakat komşu denizlerden yükselen buharlar, yarımadanın coğrafi konusu yüzünden nasıl ülkenin iç!erine sokulamıyor idiyse, aynı şekilde, yarımadanın içlerinde çevredeki medeniyetlerden tek bir nişane yoktu. 
    İslam Peygamberi, işte bu şartlar altında görevine başladığı · için - bir sosyolog açısından - onun kişiliği toplumun ve tarihin değişmesinde en büyük etken olmuştpr. Aynı şekilde, Yedinci Milat Yüzyılı'nda Arap yarımadasında gözlenen büyük olaya, bakan bir tarihçi, bu olayın, çevresindeki herı?eYi icine alıp, büyük bir medeniyetin ve yüksek bir toplumun temellerini attığını görecektir. Yarımadanın tarihini inceleyen tarihçi, kültür ve medeniyet açısından o dönemde ülkenin tam bir boşluk içinde yüzdüğünü görüp, daha sonra meydana gelen bütün değişiklikleri, tarihin bu en büyük ve en köklü devrimini Hz. Peygamber (S.A.V)'in kişiliğine bağlamak zorunda kalacaktır. Böylece, Peygamber'in kişiliği özel; hatta istisnai bir önem kazanmaktadır. Genel olarak, bir insanın kişiliğini oluşturan beş ana etken vardır: En başta, manevi kişiliğini kuran annesi gelir. Cizvitler, •Çocuğunuzu yedi yaşına kadar bize bırakın, ondan sonra ne yaparsanız yapın hayatının sonuna kadar cizvit kalacaktır, derler. Anne, daha emzirirken bile şefkat ve sevgiyle, kendine özgü anlamlı davranışlarla çocuğun manevi dünyasını kurmaya başlar. Çocuğun manevi dünyasının oluşumunda anneden sonra en fazla etkili olan kişi babadır. İnsanın gorunen yonunu biçimleyen üçüncü etken okuldur. Dördüncü olarak da, tonlum ve çevre gelir. Çevre ne kadar güçlüyse, çocuğun eğitimi üzerindeki etkisi de o kadar büyük olacaktır. Sözgelişi, eğer kişi bir köyde yaşıyorsa, çevreden aldığı , yapıcı etki, çok büyük bir şehirde yaşayan kişinin çevreden aldığı etkiden daha az olacaktır. Kişiliğin oluşmasına katkıda bulunan beşinci etken, toplumun yeya dünyanın· bir bütün olarak yaşattığı kültürdür. İşte bu beş etken bir araya geldiğinde insanın manevi dünyasını biçimlendirebilmektedir. Eğitim, belirli hedeflere ulaşabilmek için, insan ruhunun bilinçli olarak biçimlendirilmesi demektir. İnsan, kendi başına bırakılırsa, toplumsal hayatın değer yargılarına ve hedeflerine uymasını imkansızlaştıran bir kişilik edinir. Bu yüzden, insanların içinde büyüyüp, istediğimiz o:çağa uygun » kişiliği kazanabilecekleri kalıplar geliştirmişizdir. 
    Ne var ki, yukarda saydığımız etkenlerin hiçbiri, tarihi değişikliğin en büyük etkeni olan İslam Peygamberi nin kişiliği üzerinde pay sahibi değildir. Tam tersine, Allah özellikle öyle takdir ettiği için onun ruhu, insana, yaşadığı çağın ve çevrenin onayını kazandıran her türlü beşer müdahalesinden korurımuştur.
    Bu büyük insan, bütün kalıpları kırmak üzere geldiğine göre, eğer kendisi de bu kalıplar içinde büyümüş olsaydı, görevini hiçbir zaman tamamlamayabilirdi. 
    Sözgelişi büyük bir hekim olabilirdi, ama sadece, Yunan modellerine göre ... Büyük bir filozof olabilirdi, ama sadece İran modellerine göre . . . Büyük bir matematikçi veya şair olabilirdi, ama sadece çağının onayladığı modellere göre . . . Ne var ki, onun, kültür ve medeniyet boşluğu içinde yüzen bir çevrede yetişmesi ve yukarda saydığımız beş etkenden etkilenmemesi isteniyordu.
    Bu yüzden, dünyaya gözlerini açtığı zaman babasını göremedi. Annesi sağ olduğu halde, onu bütün biçim ve kalıplardan uzak tutan el, onu çöle gönderdi. 
    Zamanın Arapları arasında bir gelenek vardı: İki yaşına gelinceye kadar, çocuklarını çölde bir süt-anneye bırakıyorlardı. Daha sonra şehre, annelerinin yanma dönüyorlardı. Bu uygulamadan farklı olarak o, Mekke'ye döndükten sonra, tekrar çöle geri gönderildi. Beş yaşına gelinceye kadar da orada kaldı. Bir süre sonra annesi öldü. Bu hikmet ve incelik dolu ilahi tedbirler, - Yunani, doğulu, batılı, yahudi, hristiyan, mecusi - bütün kalıpları klrıp yepyeni bir kalıp getirecek olan çocuğu bütün biçim ve kalıpların etkisinden korumak için konulmuştu. Daha sonra, gençliğinde ilahi takdir onu gene çöle gö:q.derdi. Böylece şehir, onun özgürlük içinde gelişmeysi gereken ruhuna kendi onaylanmış kalıplarını kabul ettirme imkanını bulamıyordu. Toplumun ve çağın peygamber üzerinde hiçbir etkide bulunmaması için, O yaygın bir kültürü olmayan bir toplumda yaratıldı. Üstelik ümmiydi, okuması-yazması yoktu. Okul kalıplarından da korunmuştu. Böyle bir görevi üstlenecek kişinin en belirgin farkı ve üstünlüğü, çağının herkesçe kabul edilen ve insanları basmakalıp şekillendiren bütün kalıp ve teammüllerden
    korunmuş oımasıdır. Bütün ateş tapınaklarını yıkıp, bütün akademileri kapatacak ve yerine camileri kuracak; ırka, ulusa, bölgeye dayanan bütün kalıp ve biçimlerin kökünü kazıyacak kişinin kendisi bu tür biçimlerden birinin etkisine bırakılamazdı. Önce babasız kaldı. Böylece babasının değer yargıları onun ruhunu etkileyemedi. Sonra annesinden uzaklaştırıldı. Üstelik,
    evrensel kültürden uzak, kuru bir yarımadada doğmuştu. Böylece büyük ruhu, hiçbir kültürün, medeniyetin veya «dinin» eğitimiyle zedelenmedi. Zira olağanüstü bir görev başaracak olan bir ruh, gelişigüzel teamüllerle biçimlendirilemez. Bu zahiri mahrumiyet, gerçekte tarihin en büyük olayında en büyük rolü oynayan kişiye sağlanmış en büyük üstünlük ve ve ayrıcalıktı" (A. Ş.)
  • "Düşünmek, tıpkı yürümek gibidir. Tek ayak üstünde seken, ama doğru yolda ilerleyen bir insan, bir sürü dolambaÇlı dağ yollarında oyalanan yürüme şampiyonundan daha önce hedefe ulaşacaktır. Şampiyon ne kadar hızlı yürürse yürüsün, hedefine ya varacak ya varamayacaktır. 
    Değişik bilgi dallarında (edebi, toplumsal, sanatsal, psikolojik) ilk önde gözönüne alınması gereken, doğru yöntemin seçimidir. Bu yüzden, her araştırmacının ilk yapması gereken iş, en iyi araştırma yöntemini seçmektir. Büyük bir dine inanan kişiler olarak biz de, tarihi deneylerden yararlanmak ve İslam'ı uygun bir yöntemle dosdoğdu öğrenmek zorundayız. Bugün artık bilmediğimiz şeye tapınamayız. Özellikle eğitim görmüş kişilerin kutsal bildikleri şeyleri iyi öğrenmek konusundaki sorumlulukları daha büyüktür. 
    Bu, sadece İslami değil; aynı zamanda ilmi ve insani bir görevdir. İnsanın kişiliği, inançlarıyla ilgili bilgi derecesine göre ölçülür. Sadece inanmak, Rendi başına bir meziyet değildir. Eğer tam anlamıyla bilmediğimiz bir şeye inanıyorsak, bunun pek az bir değeri vardır. Asıl meziyet, inandığımız şeyleri tam anlamıyla bilmektir. İslam'a inandığımıza göre, doğru yöntemi
    seçip, onu dosdoğdu öğrenmeliyiz." (A. Ş.)
  • "İnsan'ın yaradılışı tamamlandıktan sonra, Allah vekiline isimleri öğretti. Böylece o, isimılerin sahibi oldu. Bunun üzerine melekler, biz dumansız ateşten yaratıldık, insansa balçıktan yaratıldı. Neden onu bizden en üstün tutuyorsun?» dediler. Allah, «Ben sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim, dedi ve meleklere Adem'e secde edin» dedi. Gerçek hümanizm budur.
    İnsanın yerinin ve değerinin ne kadar büyük olduğunu görün. Öyle ki, aslında insandan daha üstün olan ve insan balçıktan yaratıldığı halde, kendileri ateşten yaratılmış olan meleklere, insana secde etmeleri emredilmektedir.
    Allah onları sınar ve onlara isimlerden sorar. Onların bilmediği isimleri Adem bilir. Böylece Adem'in fazileti ki bu fazilet, isimleri bilmesine dayanır) açıkça ortaya çıkar. Meleklerin Adem'in önünde secde etmeleri, İslam'ın insan kavramını açıklığa kavuşturacak niteliktedir. 
    İnsan, meleklerin bilmediği belirli şeyleri bilmekte ve bu bilgi de, - meleklerin başlangıçtaki üstünlüklerine rağmen - onu meleklerin üstüne çıkarmaktadır. 
    Bir başka deyişle, insanın üstünlüğü soydan değil, bilgiden kaynaklanmaktadır." (A. Ş.)
  • Ali Şeriati 50 yıl önce halen bugün gündemden düşmeyen meselelere bakın nasıl değinmiş: "Değinilmesi gereken bir diğer nokta da, (hiç değilse Arapça'dan yapılan-bazı tercümelerde ileri sürülen) kadının erkeğin Kaburga kemiğinden yaratılması meselesidir. Burada kaburga kemiği deyiminin kullanılması bir tercüme hatasıdır. 
    Zira kelimenın Arapça ve İbranice'deki orijinali, ·fıtrat, mizaç, yapı anlamına gelmektedir. O halde, Havva·- yani kadın - erkekle aynı fıtrattadır, özel birdir. irdir.  Nietzsche gibi bir büyük adam, kadınla erkeğin bütünüyle bambaşka yaratıklar olduğunu, ancak tarih boyunca bir· arada yaşadıkları için aralarında bazı benzerlikler oluştuğunu söylemiştir. Ona göre kadınla erkeğin ataları birbirinden farklıdır. Hemen hemen bütün bilim adamları ve filozoflar, kadınla erkeğin ayni soydan geldiğini kabul etmekle birlikte, kadının fıtratını küçümsemekten ve erkeği daha üstün saymaktan geri kalmamışlardır. Buna karşılık Kur'an, -Ey insanlar!· Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan eşini var eden ve ikisinden pek çok erkek ve kadın meydana getiren Rabbinize hürmetsizlikten sakının.» (Nisa/11) buyurmaktadır." (A. Ş.)
  • "Öyle sanıyorum ki, İslamın sözlüğünde dinin özelliklerini ve yönlerini açıklamak için kullanılan bütün ad ve ifadelerln yol anlamına geldiğini söylesem, herhalde yanlışlık yapmış olmam. 'Din' kelimesinin kendisi, kutsal hikmet gibi ileri sürülen başka anlamlarının yanısıra, yol anlamını taşır. Diğer terimler de aynı anlama gelmektedir: «Silk» da bir dağ yolu; 'şeriat', susamışların/ su alabildiği bir ırmağa giden yol; 'tarikat' bir kentten diğerine veya bir ülkeden diğerine giden geniş yol; 'mezheb' kara yolu; 'sırat', ibadet yerine 'mabed' götüren yol; 'ümmet', tek bir önderin kılavuzluğunda ve tek bir yol boyunca ortak bir hedefe doğru hareket eden insan topluluğu. Bu bakımdan din, çamurdan Allah'a varan, insanı kirliliklerden, donmuşluktan ve cahillikten, bayağı çamur hayatından ve şeytani karakterden yüceliğe, canlılığa, görmeğe, ruhun hayatına ve ilahi karaktere götüren bir yoldur. Bunu başarabilen din gerçek dindir:
    Eğer başaramıyorsa, ya siz yanlış yolu seçmişsinizdir, ya da doğru yolu yanlış kullanmaktasınızdır. Her iki durumda da sonuç aynı olacaktır" (A.Ş.)
  • Ali Şeriati'nin Habil ile Kabil kıssasının yorumu: 
    "Bu kıssayı böylesine ayrıntılı incelememin nedeni, en başta, bu kıssanın sadece ahlaki gayelerle dolu olduğu düşüncesini çürütmek; ikinci olarak da, bu kıssanın, iki kairdeş arasındaki mücadeleyi anlatmadığını açıklamaktır. Bu kıssa, insan toplumunun iki kolunu, iki değişik üretim tarzını anlatmaktadır. Bu tarihin; bütün çağlarda ikiye aynlmış fnsanlığın, hala sona ermemiş olan savaşın nasıl başladığının hikayesidir.
    Habil'in temsil ettiği kol, ezilmişlerin, tarih boyunca Kabil'in özel mülkiyet sistemi tarafından köleleştirilmişlerin, halkın koludur. Habil'le Kabil'in kavgası, her kuşağın yeniden yaşadığı bitmeyen bir kavgadır. Kabil'in bayrağı; hakim sınıflar tarafından hep yüksekte tutulmuş, Habil'.in kanının intikamını almak tutkusu ise, adalet, özgürlük ve gerçek inanç için her çağda savaşmış olan torunlarınca kuşaktan kuşağa aktarılmıştır.  Kabil'in silahı dindi, Habil'in silahı da dindi. Bu yüzden dinin dine karşı yürüttüğü mücadele de insanlık tarihinin demirbaşlarındandır. Bir tarafta Allah'a ortak koşan, toplumda şirke ve ,sınıf ayrımına gerekçe hazırlayan "şirk dini» , öbür tarafta da, Allah'ın birliğini, bütün sınıfların ve ırklann eşitliğini savunan tevhid dini . . . Habil'le Kabil'in tarih boyunca süren mücadelesi ayni zamandrı tevhidle şirkin, adalet ve eşitlikle toplumsal ve ırki aynının da mücadelesidir. Sahte «din»le, uyuşuklukla, statükoculukla gerçek Din, canlılık ve devrimcilik arasındaki mücadele insanlık tarihi boyunca sürmüştür ve sonuna kadar da sürecektir. Kabil ölüp de, «Habil'in düzeni» yeniden kurulana .kadar bu devam edecektir. Bu kaçınılmaz devrim, Kabil tarihinin sonu olacaktır."

Kommentare